ŞEHİD AKINCILAR | ŞEHİD AKINCILAR

ŞEHİD AKINCILAR

 ŞEHİD AKINCILAR

Üstad Necip Fazıl'ın Mustafa Bilgi'nin şehadet'i üzerine yaptığı hitabe:

Her gün, vücudundan üçbuçuk milyar kilo gübre ihraç eden bir insanlık hâlinde, yaşayan ölülerle, ölü yaşayanların dünyasındasın! Bu iki büyük sınıf arasında netice bakımından büyük bir fark yok… Donu siyah ve mintanı beyaz neş’eli soytarılarla, donu beyaz ve mintanı siyah hüzünlü maskaraların dünyası… Biri, vur patlasın, çal oynasın, hazım ve tenasül cihazlarına taç giydirirken, öbürü, yaşamın gayesini bir lokmayla bir hırka bilir; ve bu iki sınıftan her biri, var olmanın sırrı ve gayesi üzerinde en küçük bir hesaba yanaşmaz.

Ömürler birer (otomat) edası içinde cami ile evi ve işi arasında geçen ve ibadetleri tahsildara vergi ödercesine şevksiz ve gönülsüz bir üslûp belirten her türlü hayat ve insan görüşünden yoksun, marka Müslümanlarını da ölü yaşayanlar sınıfına katabilirsin! Hatta bunları, pınarın başındayken suya uzanamamak bedbahtlığı bakımından yaşayan ölülerden daha acındırıcı kabul edebilirsin!

İslâm büyüklerince ilk vahdaniyetçilerden kabul edilen (Sokrates) bundan 24 asır evvel kendi tabiriyle halkını “insanların âlâsı” diye andığı Atina’da, her evin kapısını çalarak ve her rastladığının önüne asasını dikerek şu (alârm) çığlığını koparmıştı:

- Yaşanmaya değer hayat üzerinde ne düşünüyorsun?

(Sokrates)’ten 10 asır sonra Veda Haccında, kızıl tüylü bir devenin sırtında, batan güneşi arkalarına almış yüzbin sahabîye hitap eden Kâinatın Efendisi, kâinatın bütün meseleleriyle içiçe yaşanmaya değer hayat muammasının da çözülmüş bulunduğu ânı, insanoğlunun tırmanabileceği son kelâm olarak şu cümleyi buyurdular:

- “İşte zaman, devrinin icra ede ede, başladığı noktaya (gaye noktasına) vardı!”

Kemâl ifâdesinin başlangıç ve sonu birbirine bağlayıcı daire mefhumu üzerinde billurlaştırdığı nâmütenahi derin hikmet…

Bu hikmetten “her şey tamam!” mânâsına öyle bir gong sesi ürpermektedir ki, perde açarcasına İslâm nimetlerinin geçit resmini vermekte ve bu arada, yaşanmaya değer hayatla , insan ve hayatın tam olarak hesabını kefalet altına alınmış göstermekte.

Şimdi:

Ölümsüzlük şevkinin maddede ve mânâda istihsal tarlasıdır bu dünya. Aynı ölümsüzlük şevkinin girintili ve çıkıntılı ve binbir iklimle süslü zeminidir, yaşanmaya değer hayat. Ve bu dünya ile bu hayatın gide gide ulaşacağı kalabalıklar üstü iki uç hâlinde iki kahraman tip:

Yaşayan ölülerle ölü yaşayanlara karşılık, ölmeden ölenler ve ölüp de ölmeyenler.

Ölmeden ölenler, dünyayı aşan ve Allah’a erenlerdir ve bahsimizin dışındadır. Ölüp de ölmeyenlerse ölümsüzlük davasının senedini hayatiyle ödeyenler, şehitler. İşte, aslında mukaddes “Mustafa” isminin sadık taşıyıcısı Mustafa Bilgi, 19 yaşında ve 2 gençliğinin hayat iştiyakiyle dolu en cezbeli döneminde, Allah’ın, kendisinde hiçbir liyakat ölçüsünü meydana vurmadan, birden bire şehitlik mertebesine, ölüp de ölmeyenlerin derecesine yükselttiği taze insan.

Mü’minliğin, şahıs kıymeti dışında, bir de yaşanılan zaman v mekân şartlarına nispetle ayrı ve sosyal değeri var. Şehitlik için de aynı şey.

Sımsıkı bir imân dokusu belirten sağlam bir cemiyetteki mü’min ferde göre, bu dokunun her tarafından döküldüğü bir toplumda, nefsini koruyabilmiş imânlı şahıs nasıl muazzam bir fark belirtirse, küfre saldırıcı kitlelerin yığınlık şehitleriyle, küfrün hedef tuttuğu ve bütün İslâm hıncını üzerinde topladığı ferdî şehit arasında da hayli mesafe olmak icap eder.

İşte, Mustafa Bilgi, 19 yaşına ve Allah’ın kendisinde hiçbir liyakat ölçüsünü meydana vurmamasına rağmen böyle bir şehit oldu ve 19 yaşının taraveti içinde ebediliği kazandı.

Onun yanında, bir de Batı dünyasının vaftiz ettiği veled olmak seciyesini bir asırdır sadakatle yürüten, hatta devir terakki ettiren sözde Türk basınının vazife şehidi diye sıfatlandırdığı kokmuş cesetleri düşünün!

Mustafa Bilgi o müstesna şehittir ki, malûm devirler süresince Türk’ün ruh kökünü çürütme ve diliyle, tarihiyle, ahlâkiyle, ananesiyle arasını açma cereyanının doğurduğu favorili, top enseli, zıpzıp beyinli ve kurbağa lügatçeli nesillere nispet, sırf ilâhî imdat yüzünden maya tutuveren sürpriz gençlik içinde yer almış ve işte o gençliğin bu gün tek çatısı hâlindeki Millî Türk Talebe Birliği mekânında , o gençliğe yönelttikleri silâha hedef olmuştur.

Hedef, Mustafa’nın şahsında ikidir:

Evvelâ İslâm’dır…

Sonra, İslâm’ın en derin, en gerçek, en titiz ve yüzde yüz “hep”ci mânâda temsil ve topyekûn kainat ve insanlığa tatbik ehliyeti yolunda ilerleyen yeni gençlik… Yani siz!..

Eğer niyetleri sadece umumî mânâda sadece imân ve İslâm’a karşı bir tecavüz olsaydı, yolda vu kuytu bir köşede, softaya benzettikleri herhangi bir şahsı öldürmekle yetinirlerdi.

Öyle yapmadılar!

Mustafa Bilgi o şehittir ki, kendi Müslümanlık hissesiyle öz nefsi hesabına değil, ayrı ayrı her birimiz adına , yeni gençliğin yekûnluk imân hissesi adına can vermiştir.

Mustafa Bilgi bu kadar büyük bir mânâya lâyık mıdır?

Bu ince nokta üzerindeki hikmeti araştırmayınız; ve Allah’ın, kapalı kalplere gömülmüş belirsiz cevabı olarak, silik bir kuluna lâyık gördüğü mânâyı siz de başınıza tâc ediniz!

Onu, 19 yaşında bu erişilmez makama Allah tayin etti; bize düşen vazife de o mânânın etrafında halkalanmak, o mânânın derinliğini bulmaya çalışmak oldu.

İslâm henüz çile devrindeyken, ilk şehidini, hem de bağlılarının en zaifiyle, bir kadının şahsında vermişti.

Hiçbir dâvâ, kurbanını vermedikçe o yerden gök arası inşasını perçinlemiş olamaz.

Biz de, yerin dibine geçirdikleri ebediyet mimarisini, gök delenlerin en muhteşemi olarak yeryüzüne çıkarma v yıldızlara kadar yükseltme davasında, (beton – arme) harcımızı Mustafa’nın kanıyla ıslatıyor; ve böylece bir üfürüklük sefil gecekondulardan ibaret eserleri önünde, aşınmaz, örselenmez, parçalanmaz ve yıkılmaz binanın inşasını, Mustafa Bilgi’nin bilgili ve sevimli nesline ısmarlıyoruz.

Mustafa Bilgi’nin intikamının düşünmeyiniz! Onu öldürenler, topyekûn yeni imân gençliğini kastetmişlerdi. Size düşen, karşılığın da aynı çapta olması gerektiğine göre, siz, büyük inşanızı tamamlamaya bakınız! O zaman topyekûn küfür yığınını o binanın temelleri altında ezilmiş ve kemiklerini tebeşir lekesi hâline gelmiş bulacaksınız! Elverir ki ALLAH “Ol!” Desin.

Orhan ARSLAN