Prof. Dr. İHSAN SÜREYYA SIRMA Hoca duygulandı, Erciyes'in yaşlı eteklerinde bir hüzün
Erciyes'in yaşlı eteklerinde bir hüzün…
İhsan Süreyya Sırma Önceleri dağlara tırmanırken, önünde kimse olsun istemezdi. Zirveye çıkıp maveraya bakınca, dünyanın bütün endişelerini unutuyor, gözlerinde ufuklar birer birer yekdiğerine veda edip kayboluyorlardı. Sanki zirveler onundu yalnız! Ama gerçek hiç de öyle değildi! Zira her dağ sevdalısı onun gibi bu kutsal ve izahı mümkün olmayan duygularla tırmanır zirvelere… Her dağcının gözünde zirveler onun için yaratılmış, onu bekliyor maşukun âşıkını beklediği gibi… Tefsiri mümkün olmayan gizem buna derler işte… Masal ya; Kerem, sevgiliye olan hasretin vuslatı bitmemesi için feda etmişti tüm dişlerini… Ebû Cehil'in kılıç darbeleri altında inleyen Sümeyye'nin kalbi, "İşte vuslat! İşte vuslat!"diyordu da, ona işkence yapanların iz'anları köreliyordu bu ulvi asalet karşısında! Şehadeti, vuslatı ne bilsin ki şehadet ve vuslat düşmanları! Onun içindir ki kanlar içerisinde ölüme gönderdikleri Sümeyye'nin, ölüm kapısındaki tebessümünü anlamıyor, hatta görmüyorlardı… İşte o tebessüm, vuslat müjdeleriydi… Vuslat! Vuslat!
Temmuzun[1] o son günlerinde Erciyes'e tırmanan yaşlı tarihçi de bu hayallere dalmış, ayağının altından kayan taşlara tutunurken, zirvedeki vuslata erişememenin sancısını çekiyordu da, arkasından gelen öğrencilerinin hiç birisi onun bu ızdırabını fark etmiyor; bir zamanlar patika uçurumlarında keçi kovalayan bu yaşlının içini okuyamıyorlardı.
Seneler önce yine böyle bir günün sabahında Alp Dağlarına tırmanmak istemiş; şartlar el vermediğinden bu arzusunu tahakkuk ettirememiş, karşısındaki Alp dağlarının zirvesine şöyle seslenmişti:
Zirveler tükenirken çarığımın altında,
"Sidre"yi arıyorum yaşlı Alp Dağlarında
Akl u fikrim mi gitti, çun Sidre göklerdedir
Yüce makam olur mu dünya bataklarında
İşte yaşlı tarihçi, Erciyes'in eteklerinde zirve hasretiyle tutuşurken, birdenbire önünde uzanan uçsuz bucaksız Kayseri ovasının, anlatılması ve anlaşılması hayli güç olan serencamı canlandı gözlerinde...
Bu uçsuz bucaksız engin ovanın Kültepe'sinde, Karahöyük'ünde, tepelerinde, vadilerinde hüküm süren; kimileri medeniyet kuran, kimileri de "medeniyet adına" ocaklar söndüren Hititlerin, Asurluların, Babillilerin, Perslerin, Kapadokya Krallığının, Büyük İskender’in, Romalıların, Ermeni Derebeyi Tigran'ın; Anadolu'yu ve tabi Kayseri havzasını yerle bir eden İran/Sâsânî Şahı Şahpur'un, Anadolu'yu fetheden Emeviler'in, Selçukluların, Osmanlıların ve Osmanlı sonrası Türk devletinin tarihi, bir film şeridi gibi gözünün önünden geldi geçti…
İçinden, "Ne tuhaf bir ilimdir şu tarih?" diye mırıldanıyor, hiç kimse duymadan ve hissetmeden, geçmiş tarihin bireylerinin bir kısmını rahmetle, bir kısmını da lânetle anıyordu… Bu "rahmet" ve "lanet" denen şeyler, neden beynini oynatıyor insanın? Neden bazı insanlara rahmet okurken, bir başkalarını hatırlayınca "lanet şimşekleri" çakıyor beynimizde? Musa neden rahmetle, Firavun neden lanetle anılır? İsâ'nın yanında tabasbus eden, fakat lanetli nefsinin esiri olarak onu Roma Kralı'na ve Yahudi hahamlarına ihbar eden Yehuda, neden bile bile mel'ûn oldu? Hangi payeler kazandı bu ihanetinin semeresi olarak? Köleleştirilerek, beyin ve iz'an melekelerinden soyutlanmış olan "gladyatör", Sezarların, Kayserlerin keyfi için, kendisi gibi olanı neden öldürürdü, kendisine bu cinayeti işleten kralına "No!" diyemezdi? Hiçbir din ayırt etmeden, istedikleri herkesi, ama özellikle Müslümanları "engizisyon mahkemeleri"nde yargılayarak işkenceye, sonra da ölüme gönderen Katolikler, acaba "İsâ" adına işledikleri bu cinayetleri işlerken, insanlıkları tamamen mi tükenmişti? Neden iki günlük dünya saltanatı uğruna, Yezid Hüseyinler öldürür; Haccâc binlerce insanı kılıçtan geçirir? Ya "kahrolası saltanat" uğruna babalarla savaşan, kardeşler kesenlere ne demeli?
Yaşlı tarihçi bu iğrenç düşünceleri kafasından geçirirken, birdenbire irkildi ve başını iki elinin arasına koyarak sıkmaya başladı. Sanki bir şeyler gözünde canlanmış, fakat o şeyleri hatırlamamak için şakaklarını ezercesine sıkıp duruyordu. Ve sanki o Erciyes'in üzerinde değil de, Erciyes onun üzerindeymiş gibi öyle çökmüştü ki, neredeyse etrafında anne tavuk etrafındaki civcivler gibi halelenen öğrencileri onu fark etmeyeceklerdi… Öyle bir ızdırap içerisindeydi ki, ayağının dibinde gezen karıncalar dahi, "acaba bu ihtiyarı bu kadar üzen şey nedir? diye birbirlerine soruyorlardı. Derken, yaşlı tarihçinin dudakları teprenmeye başladı. Neki bu dudak teprenmelerini, etrafındaki insanlar değil, karıncalar duyuyor, onu anlamaya çalışıyorlardı. Yaşlı tarihçi bütün zerrelerini harekete geçirip öyle bir âaah çekti ki, karıncalar bile meraklanıp dinlemeye başladılar bu"ah"ın sebebini: Hafifçe başını çevirip Erciyes'in zirvesine doğru bakmaya çalışan yaşlı tarihçi söylenmeye başladı:
- Ey Erciyes'in, benim gibi yaşlı, benim gibi başı ak olan zirvesi! Seneler önce senin ve kardeşlerin Ağrı, Palandöken, Süphan, Uludağ, Nemrut, Kaçkar, Cudi, Herekol eteklerinde işlenen "sosyal cinayetler"e şahit oldun mu? Sizin eteklerinizdeki kentlerde öyle cinayetler işlendi ki, Haçlılar buna cüret edememişlerdi… Kur'an yasaklanmış, Ezan'ın ucube bir tercümesi yapılmış; delileri bile "Allahu Ekber"e hasret bırakmışlardı. Dilimizin harfleri değiştirilmiş, insanlar dedelerinin yazdıklarını okuyamaz olmuşlardı. Ama buna rağmen bazı "yürekli hocalar" bütün tehlikeleri göze alarak, canları pahasına ahır köşelerinde, mağaralarda zulüm altındaki Müslümanlara dinlerini öğretmeye gayret ettiler. Eteğinde oturmuş, Kayseri ovasına bakarken bunların bir kaçı geldi yâdıma: Develili Numan Cebeci, nam-ı diğer Kara Müftü, Develili Terzi Ahmet İslâmoğlu, Yahyalılı Hacı Hasan Efendi vs…
Tarihçi bu minval üzere Erciyes'in zirvesine konuşurken, öğrencileri onu uyandırdılar o hazin rüyadan…
Yaşlı tarihçi kendisi gibi yaşlı olan Erciyes'in zirvesine veda ederken, öğrencileri görmesin diye, gözyaşlarını siliyor, usul usul iniyordu Erciyes eteklerinde…