Işığa koşan kelebek | Işığa koşan kelebek

Işığa koşan kelebek

IŞIĞA KOŞAN KELEBEK: BAHATTİN YILDIZ
Evet, yine gittin Bahattin. Bizi bıraktın ve gittin. Sen ışığa koştun bir kelebek gibi Bahattin. Gittin güzel arkadaşım benim, fedakâr dostum benim, canım kardeşim benim.
Kalemimin ucu kâğıda takılıyor. Şimdinin gençleri pek bilmez. Onların parmakları tuşlarda kayıp gidiyor. Yol açılmış, iş kolaylaşmıştır. Yol’un, izin pek seçilmediği yıllardı 70’li yıllar. Erzurum da bir avuç, bıyığı henüz terlemiş delikanlılardık. Kanımız deliydi ama kasırga güçlü esiyordu. Sağcı – Solcu ya da Ülkücü - Marksist. Biz yoktuk Erzurum da. Bizimde adımız sağcıydı. Oysa bu tanımlama bizi ifade etmiyordu. Sağcıların arasından başımızı kaldıramıyorduk. Ülkücüler Erzurum da büyük bir gruptu. Ama bu grubun içinde gibi görünüp, fikri ile yaşantısı ile asla onlara uygun olmayan yiğit öncüler de vardı: Salihler, Hüseyinler, İzzetler, Abdurrahmanlar, Bahattinler, Fuatlar, Mustafalar, Arifler, İsalar, Dur Hasanlar, Cihatlar…
1970’lerden itibaren süregelen bu sancı 75,76,77’lerde doğumla sonuçlandı. Ve 75’ten 80 askeri darbesine kadar ayrı bir grup haline dönüşen Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) mensubu olan biz gençler bir yandan iç donamımızı güçlendirirken diğer taraftan öteki gruplara karşı var olma mücadelesi verdik. Her iki mücadelede örnek ve cesur insanlar olmadan olmuyor. İşte böyle bir dönemde tanışmıştık Bahattin Yıldızla.
Sakin görünümlü, keskin bakışlıydı. Güzel kahverengi gözlerinin üstünde siyah kalın kaşları geniş yüzüne ayrı bir kararlılık ve aydınlık katıyordu. Sakin sakin konuşurdu, umutlu, keskin ve kararlı konuşurdu. Sözü özü birdi. Konuştuğunu yapardı. Yaptıklarını pek dile getirmezdi. Yapacaklarının içinde ölüm bile olsa, onu da hayatın içindeymiş gibi ifade ederdi. Ölümle hayat kesintiye uğrarmış hissi vermezdi. Ölüm hayatın içindeydi, yapılacak “iş”in içindeydi. Mücadelenin bir parçasıydı. Bunu o kadar doğal, o kadar tabi yapardı ki, sizde ölümden her hangi bir ürperti duymazdınız, hatta farkına bile varamazdınız.
Sevgi adamıydı Bahattin. Sevgisi imanıyla, imanı cehdiyle, cihadı hayatıyla, hayatı ahlakıyla, ahlakı güzel örnekliklerle iç içe geçmişti. Ansızın kapınızı çalar, geniş gülümseyişi, dost kucaklayışı, arkadaş canlılık ve samimiyetiyle hatırınızı sorar, geçer otururdu. Mücadele onun hayatıydı.
70’lerin sonuna doğru Sovyetler Birliği ansızın Afganistan’a saldırdı. Dünya’nın en yoksul, en mazlum bir ülkesi yine dünyanın iki süper gücünden birinin eli ile zulme uğramıştı. İdealist ve genç Müslümanlar olarak bu olayın uzun süreli şokuna girmiştik. Kulaklarımıza dayadığımız küçük radyolardan her saat başı mazlum bir milletin zalim Moskoflar tarafından yavaş yavaş yok edilişini dinliyorduk.
İlk şoktan sonra çoğumuzun hayalinde şehid olmak belirmeye başlamıştı. Çünkü yavaş yavaş mücahidlerin kahramanca direnişleri ve şehadet haberleri gelmeye başlamıştı. Dersanelerde, anfilerde, MTTB’de, sokaklarda, caddelerde, Kurşunlu Medresesinde, evlerde, yurt odalarında… her yerde birbirimize şehit hikayeleri anlatıyor ve rüyalarımızı, hayallerimizi şehidlikle süslüyorduk. Fakat ilk şehid adayımız Bahattin Yıldız çoktan yola çıkmıştı bile; sıcak çöl yolculukları, dik yamaçlar, Temmuz ayında günlerce süren vadi yolculukları, devasa çam ağaçlarının arasında ıssız dağ tırmanışları… sonucunda Rus tanklarının karşısında Erzurum İşletme Fakültesini yarım bırakıp gitmiş ve zulme karşı dimdik duran bir mücahit. Kendi günlüklerinden ve kendi satırları ile işte mücahidin Gazi olduğu an: “4 Eylül (…) tanklar nefes almadan bombalıyor. D.Ş.K larla tarıyorlardı. Bazı kalelerin duvarları yıkılıyor, kimi ağaçlar bellerinden kırılıp devriliyordu.
Seddezi sağ elime aldım. Ağacın arkasından çıkıp tespit ettiğim yere koşacaktım. Sol omzuma orta şiddette yumruğa benzer bir şey çarptı. Soldaki evin toprak duvarına baktım. Acaba oraya isabet eden top mermisinin kopardığı bir parça mı çarpmıştı koluma. Zira vuruş çok tatlıydı.(…) Duvar sağlamdı. Yere baktım, bir anlık bu düşüncelerin ardından gözlerim omzuma kaydı. Sol kolum aşağı sarkmış, omuzdan itibaren kan içindeydi. Kolumda ne bir his ne de bir acı vardı. Yapacağım bir şey kalmamıştı, kan iplik gibi süzülüyor. Peydagül’ün peşine takıldım… eğilerek gittiğim için ağır silahın dipçiğini bir müddet yerde sürüdüm.”
Işığa tutkun bir pervane gibi dönüp durdu ışığın etrafında 54 yıl Bahattin. Kitaplar yazdı, şiirler okudu, spor yaptı, şehirden şehre, ülkeden ülkeye koştu, arkadaş ziyaretleri yaptı, gençler yetiştirdi, savaşa girdi yaralandı… ama hep o ışığın etrafında döndü durdu Bahattin. Oturup sohbet ettiğinizde; dereden, tepeden, vadiden, ırmaktan, insanlardan, şehirden, nehirden… sonra sözü hep dolaştırır kendi okyanusuna akıtırdı. Kendi okyanusuna: İslam’a. İslam’ın uzak ve yakın mücadelesini konuşurken Peşaver’de Mücahid, Bosna’da Alia, Afrika’da Ömer Muhtar, Filistin’de Şeyh Yasin, Kafkasya’da Şeyh Şamil’in sorumluluğunu, imanını, yükünü, inancını omuzladığını hissederdiniz. Bir kıtadan öbürüne koşan yiğit bir hizmet adamı, bir mücahid. Bir yerlerden, bir yerlere merhaba, bir yerlere elveda.
İşte Afganistan’dan son vedası; yine kendi günlüklerinden, kendi kaleminden: “ve zirvedeyiz. Arkası Pakistan. Katırdan indim, bir kayaya oturup Afganistan’a doğru baktım. Yine geleceğim mücahid kardeşlerim, yine geleceğim. Zalim Rus, bir kurşunla durmayacağım.
Afgan dağlarında lale arayan yok artık
Laleler damlayan kanımızda açıyor
Olguya duran çürümedeki tohumu
Bu kanlar, yeşertecek birazdan…”
Afganistan’a gitmeden bir süre önce yine bir gün sessizce kapımı çalmıştı, kucaklaşmıştık. Genizinde bir yerlerde buğulanıp çıkan sesi hala kulaklarımda. Erzurum’da yazdığım günlüklerin yer aldığı ajandayı istedi. Aldı, okudu. “bunlar çok önemli, ben bunları not almalıyım, ajandayı bana ver. Şimdiki gençler o zamanki ağabeylerinin yaşadıklarından haberdar olmalı, o günler karanlıkta kalmamalı, yazmalıyız” dedi.
Evet, yine gittin Bahattin. Bizi bıraktın ve gittin. Sen ışığa koştun bir kelebek gibi Bahattin. Gittin güzel arkadaşım benim, fedakâr dostum benim, canım kardeşim benim.
Mustafa Çelikle konuşuyorduk. Dedi ki, “ biliyorsun Bahattin çok güçlüdür. Bakarsın çıkıp gelir ansızın.
Sahi çıkıp gelir misin Bahattin?
Gelir misin benim yürekli arkadaşım?
Gelmezsen de tanıyıp Selam verdiğin hiç birimiz sana asla gücenmeyiz. Çünkü sen aşk’ın kendisine aşık, aşk’ın kendisine tutku ile bağlıydın. Efendiler efendisi de sana aguşunu açmış almıştır yanına inşaallah. Mehmet Güney’de öyle dedi: Şehadet sana çok yakıştı Bahattin. Birlikte olduğun hizmet ehli arkadaşlarına da sana da rahmet diliyoruz yüce Rabbimizden. İnna lillahi ve inna ileyhi raciğun